İKİLİ İLİŞKİLERDE ÇİFTLER, RÜYALARINI BİRBİRLERİYLE PAYLAŞMAYA BİLE CESARET EDEMİYORLAR

İKİLİ İLİŞKİLERDE ÇİFTLER, RÜYALARINI BİRBİRLERİYLE PAYLAŞMAYA BİLE CESARET EDEMİYORLAR"
(Spotify Podcast'te söyleşimizi dinlemek için başlığı tıklayabilirsiniz.)

Eylül ve Ekim sayılarında sayfama konuk olan Türkiye’nin önde gelen psikolog ve yazarlarından Gündüz Vassaf’la konuştuklarımızın bu ayki son bölümünde erkek şiddetinin önlenmesine dair yapılması gerekenlerle birlikte korona günlerinin bize dayattığı değişim sürecinde toplumları ve insan ilişkilerini ele aldık. Kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Şiddetin önlenmesi adına özellikle kadın sığınma merkezleri konusu çok tartışılmıştı bir ara…  Ben de hatta ‘kadın sığınma merkezleri’ açılacağına ‘erkek ıslah ve eğitim merkezleri’ açılsa erkekler bu zihniyet dönüşümüne katılsa nasıl olur diye hemen her platformda hep söylerim. Gerçekten nasıl olur?

İşte, bu ilkokuldan başlamalı, ıslah merkezi değil ama roller alarak, roller oynayarak ilkokuldan başlamalı öğretilmeye… Tacizci erkek rolünü oynayarak, şuh kadın rolünü oynayarak, yelpazedeki bütün rolleri oynayarak, ilkokulda, ortaokulda olması gereken bu…

Belki İstanbul Sözleşmesi beraberinde eğitim reformunu da gündeme getirebilir, dediğiniz gibi ilkokuldan başlayarak üniversiteye hatta hayata atılana kadar yetişme sürecinde devam eden bir eğitim ve böyle bir bilinç aşılanır. Cinsiyetçi dil kullanılmadan, ayrım yapılmadan, insan hakları çerçevesinde bunun öğretilmesiyle belki mümkün kılınacak.

Aylin, bildiğimiz anlamda okul artık miadını doldurdu zaten. Tarihin, coğrafyanın, dilbilgisinin öğrenileceği yer değil artık, bilgiye ulaşabileceğimiz, okuldakinden çok daha verimli, daha kolay erişilebilir, daha bilgili alanlar, mekanlar var. Fakat okulun önemi sosyalleşme, birlikte büyümek, birlikte olgunlaşmak… Bunlar okulun konusu…

Bu pandemi dönemi sosyalleşmeye de ket vurdu. Ve sanıyorum bu kısa da sürmeyecek, yeniden normale dönmemiz için 3-4 yılı bulacak uzun bir süreç, eğitimden iş yaşamına kadar herhalde bizi bekliyor, değil mi?

Aylin, şiar her zaman; en kötüsü için hazırlıklı olmak, en iyisini ummak. Onun için üç yıllık, dört yıllık diye düşünmek tabi ki doğru… Tabi ki doğru.

Buna hazırlıklı olunmalı her şeyden önce, firmaların da bireylerin de. Bence bireylerden başlıyor zaten bizim itibar mevzu gibi… İçeriden ve kişinin kendinden başlıyor, bu anlamda insanın da belki olumluya evrilme sürecinde hem şiddet hem pandemi gibi diğer olumsuzluklar, teknolojinin de sizin ilk başta işaret ettiğiniz gibi dayatmasıyla birlikte daha hızlı mı acaba iyi insana doğru gidişi getirir bize?

Bence kaçınılmaz, yapay zekanın, robotların, üç boyutlu kuantum bilgisayarların vs devreye girmesiyle çalışma ortamından çok özgürleşeceğiz zaten ve oradan çıkacak servet dağıtılabilinecek yani kitlelerle paylaşılabilecek. Milyarderler devam etse dahi, bu gelir adaletsizliği devam etse dahi büyük bir işsizlik olacağı öngörülmesine rağmen oradan yepyeni imkanlar çıkacak.

Korku iklimi konusu da etkilenir mi? Bu salgının da kontrol altına alınması için insanların üzerine bir korku salındığı hep söylenir. Bu süreç nasıl etkilenir bu dediklerinizden genel anlamda bakacak olursak?

Koronayla ilgili korku iklimi yaratılmadı, tam tersine… Türümüzün en temel içgüdüsü canını kurtarmak, sağ kalmak… Onun için yamyam da olabiliyoruz, ihbarcı da olabiliyoruz, katil de olabiliyoruz her şey olabiliyoruz. Temel içgüdü bu, genellikle ağır basıyor. Fakat koronada hayal kırıklığına uğradım, ilk önce yanılıyormuşum diye düşündüm çünkü görüyoruz, korku yok gibi davranan milyonlarca insan var. Hatta onun üstüne çıkıp ‘benim hakkımdır, özgürlüğümdür’ diyenler var. Türkiye’yi düşünüyorum, mesela sigara paketleri, devlet sigara içilmesine karşı, onun için gayet kuvvetli şeyler yapılıyor, sigara paketlerinde giderek daha ürkütücü resimler, yazılar konuluyor vs. Ve bu ürkütücü hakikaten, görünce ben ürküyorum ve reklamların bu şekilde olmasının etkisi de oldu. Demek ki bu koronada ağzı açık aslanı görmemiz şartmış. Yani korona yine uzak bir şey, bencilliğimizden bende yoktur diye düşünüyoruz, e yok da, taşıyıcı olabileceğimizi düşünmek de istemiyoruz, konduramıyoruz yani birkaç düşünce süreci var. Ama o sigara paketlerinde yaptıkları gibi eğer gerçekten sağlığımızı korumak için bu kadar dikkat ediliyorsa, yani gelenek, din vs değil de gerçekten sağlığımız içinse, o zaman İstanbul Büyükşehir Belediyesi veya hükümet ki bu sadece Türkiye için değil, İsviçre için de Londra için de geçerli, o onlarca koca billboardlara koyun solunum cihazına bağlanmış insan resimlerini, koyun toplu kazılmış mezarların resimlerini, korkutun bizi… Demek ki korkmuyoruz, korkmamız lazım. Fakat devlet çelişkide, çünkü hem toplumun sağlığını korumak istiyor fakat onun kadar çarklar dönsün, paralar kazanılsın da istiyor. İkisi arasında gidip geliyor, ikisini de beceremiyor. Halbuki çok da araştırma yapılmadı, arıyorlar arıyorlar bulamıyorlar İspanyol nezlesinde, sanki hiç dünyaya uğramamış gibi, ellerinde   elli-yüz milyon ölü diye bir rakam var yani düşünün arada elli milyon oynayan bir rakam var, ne roman yazılmış, ne şarkısı yapılmış, ne araştırması öyle gelmiş geçmiş. Fakat tek tük araştırmalara göre, erken açılan şehirler, kasabalar hemen tekrar mağdur konuma geliyor, uzun vadede ekonomik olarak da normali yakalayamıyor. Başkaları açılırken daha uzun süre kapalı kalanların uzun vadede gelir durumu, ekonomisi çok daha iyi durumda…  Bunu maalesef göz ardı ediyoruz. Çünkü siyasetçiler de anketlere o kadar çok alışmışlar ki, yüzde bir puan düştüğü zaman bile, eyvah yanlış yapıyoruz düşüncesinde, ondan sonra da bu nedenle artıyor falan derken serseri mayın gibi kararlar veriyorlar. 

Korkutulsa insanlar tedbirlere de uyar, sosyal mesafeye de, maskesini de takar diyorsunuz.

Herkes değil tabi, çünkü yeni bir özgürlük hareketi başladı biliyorsunuz, devlete karşı zaten bir hareket var her yerde, devlet hiçbir şeyime dokunmasın hareketi, özellikle İspanya olsun, Amerika olsun şimdi çok daha siyasileşti. Amerika’nın başkanı bile söylüyor mesela, “Senin anayasal hakkındır, istersen maske takma” diyor, ama aynı adam “Maske de takın” diyor.

Nasıl olacak şimdi, hangisini tercih edecek? Tercih insanlara bırakıldığı zaman hep karmaşa çıkıyor galiba…

Bazı şeyleri bırakamazsın tabi, çünkü bireyin tercihi toplumu etkileyen bir şey. Bireyler intihar etmek isteyebilir, hakkı bile olabilir ama o bireyin intiharı, koronadaki tutumu bir, beş, on, bin kişinin ölümüne yol açacaksa bunu yapamaz.

Doğu ile batı arasında tıbba bakışı nasıl gördünüz bu süreçte? Tıbbın adı Batı’da ‘medicine’, Doğu’da ‘ayurveda’… Birinde medicine, ilaca dayalı bir uygulama olarak görülüyor, oysa doğudaki adı ayurveda; hastalık değil hayatın bilimi diye geçiyor. Tanımlamada bile bakış açısına yansıyan bir farklılık getiriyordur bu durum diye düşünüyorum.

Bu tartıştığımız bir şey, özellikle başlangıçta Vietnam, Güney Kore, Tayland, Kuzey Kore bile iyiydi, Japonya çok iyiydi bu konuda, sosyal sorumluluk konusunda çünkü sağlığa bütün olarak baktılar, yani toplumun sorunu olarak baktılar bireyin sorunu olarak değil… Ama bu Konfüçyus’un düşüncesinden mi geliyor emin değilim. Çin’de çalışan bir arkadaşım abartıyorsun dedi, çünkü Konfüçyus’un düşüncesi olsa orada da totaliter düzenler var aynı kültürden gelen, yarı demokrasiler de var, tam demokrasiler de var, onun için bu kadar kaba bakamayız dedi ki, haklı.

Bir röportajınızda okumuştum milliyetçilik ve din uzatmalarda demişsiniz ve butik inançlar ortaya çıkacak diyorsunuz. Nasıl olacak bu? O kadar çok soru var ki sormak istediğim, erkek şiddeti ve İstanbul Sözleşmesi ile başladık ama okuyucularımızın da faydalanması için farklı konulara da değinmemiz çok faydalı oluyor.

Bunu yeni düşünmeye başladım çünkü bu soru her zaman aklımızda: Nereden geldik, nereye gidiyoruz? Felsefeciler bunu çok düşünmüş, Tanrı’ya inansınlar, inanmasınlar çok düşündükleri bir konu… Giderek dinle bağlantımız eskisi gibi kuvvetli değil, en dindar dediğimiz toplumlarda bile özellikle koronada bunu çok gördük yani İspanyol nezlesinde bile, çok eski değil… Kiliselerden, tapınaklardan, Tanrı’dan, peygamberlerinden medet uman çoktu. Bu sefer iktidar payları dini oylara da dayalı olan ülkelerde bile aman kiliseye gitmeyin, camiye gitmeyin, Hindistan’da tapınaklara gitmeyin demeye başladı ve dedi muhafazakar liderler... Ve medet ilaçtan, aşıdan, tedaviden, doktordan, bilimden yana… En geniş kitleler bilimden medet umuyor. Bu, dinin başka bir kulvara girdiğini gösteriyor artık. Günlük yaşantımızı etkileyebilir, adet, gelenek, tavır, namus vs. Fakat artık ölüm kalım meselelerinde, vebada hatta cennete çabuk gidiş yoluydu, cennete otomatik kestirme yoldu, şimdi hiç böyle bir durum yok yaşamak istiyoruz, ölmek istemiyoruz. Onun için buradan yola çıkarak, biz kimiz, nereden geliyoruz, büyük patlamadan önce ne vardı, bir şey var mıydı, olabilir miydi, oradan herhalde çeşitli kültler, akımlar çıkacak. Küresel de olabilir, sosyal medya aracılığıyla… Bu sorunun sonu yok bence, geliştikçe gelişecek.

Yani tamamen ortadan kalkmaz diyorsunuz değil mi?

Kalkmaz, böyle olması sağlıklı çünkü insanı çalıştırıyor, evrendeki yerini araştırıyor. Hatta bunun distopyası, din şirketleri, butik din şirketleri bile kurulur. On tane algoritmayla, onu buradan tavlayacağım bunu buradan tavlayacağım hop kuracağım bir yazılımsal sistem.

Uzun soluklu söyleşimizin sonunda başlangıç konumuzla noktalayacak olursak, erkek şiddetinin önlenmesi için nasıl seslenirsiniz erkeklere?

Hem erkeğe hem kadına diyalogun artmasını öneririm. Mesela hep merak ettiğim; karı koca birlikte yatıyorlar, muhtemelen aynı yatakta, muhtemelen üç yıl, beş yıl, on yıl her ne ise, rüyalarını paylaşmayı bile cesaret edemiyorlar. Eyvah, rüyamda şöyle birini gördüm, bunu söylersem yanlış anlayacak diye… Rüyalarımızı paylaşabilelim, önce o güveni kuralım, ondan sonra bugüne gelebiliriz. Hiç olmazsa rüyamdan ben sorumlu değilim diyebilirim çünkü çok garip rüyalar var gerçekten bizi şaşırtan… Yani o samimiyeti kurabilmek, güveni kurabilmek lazım, bence rüyalardan gitmek, o saklamak istediğimiz hatta görmeyi kabul etmediğimiz, bırakınız paylaşmayı kendimiz kendimizi sansürlediğimiz hususlara dair ilk önce çiftler arası, yakınlar arası o samimiyet bir açıklık getirebilir. Çünkü o açıklıkla savunmanızı, gardınızı indirmiş oluyorsunuz, o bir güven. Onu yapabiliyorsanız güveniyorsunuz demektir. Güven çok önemli.

Kesinlikle. Her şekilde iletişimin kuvvetlendirilmesi yönünde tavsiyeniz.

Tabi bir de güçle ilgili bir şey var, erkek kadını döverken, dayak yemeyeceğini de biliyor, o rahatlıkla fiziksel gücünü kullanabiliyor, sıkıysa git senin boyunda birisine o şiddeti göster. “Ben daha güçlüyüm, ben onu döverim, ben ondan dayak yemem” düşüncesinin arkasına sığınarak hareket edebiliyor erkek. Artık onun adı bencillik mi, hayvanca diyelim. Onu kullanabiliyor, bunu hatırlatmak lazım belki erkeklere, kolay tabi kadın dövmek…  


Aylin ONART
Devir Dergisi
Kasım 2020


(Tüm yazılarımı Spotify, Anchor, Google ve Apple Podcast'te sesimden dinleyebilirsiniz.) 

                         


^ Sayfa Başına Dön